Hz. Peygamberin Hayatı Mevdudi

KUR’AN-I KERİM’E GÖRE HZ. MUHAMMED



Yirminci Bölüm: KUR’AN-I KERİM’E GÖRE HZ. MUHAMMED



20.1. ÇEŞİTLİ DİNLERE MENSUP OLANLARIN KENDİ DİN KURUCULARI HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ



20.1.1. Buda



20.1.2. Rama



20.1.3. Krişna



20.1.4. Hz. Îsa (a.s.)



20.1.5. Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)



20.1.6. Rasûl (Peygamber)un İnsani Yönü



20.1.7. Peygamber’in Kuvvet ve Kudreti



20.2. RASÛLULLAH (A.S.) PEYGAMBERLER TOPLULUĞUNUN BİR FERDİDİR



20.2.1. Talim ve Terbiye İle İlgili Çalışmaları



20.2.2. Amelî Çalışmalar



20.2.3. Hz. Muhammed (a.s.)’in Peygamberliğinin Evrenselliği ve Ebediliği



20.2.4. Peygamberliğin Son Bulması



20.2.5. Hz. Peygamber’in Örnek Kişiliği

 

Yirminci Bölüm: KUR’AN-I KERİM’E GÖRE
HZ. MUHAMMED

Dünyada insanların hidâyeti için her zaman iyi ve temiz
şahsiyetler doğmuşlardır. Bu iyi ve sâlih kişiler kendi söz ve davranışlarıyla
insanlara hak ve doğru yolu göstermişlerdir. Ne var ki, İnsanlar bu temiz ve
fedakâr şahsiyetlerin iyiliğine daima zulüm ve kötülükle karşılık vermişlerdir.
Bu zulüm ve kötülük sadece muhalifleri tarafından yapılmamıştır. Sadece muhalif
ve düşmanları, onların Hakk’a davetlerini reddetmemişler, onları alaya
almamışlar, onların yolunda bin bir güçlük çıkarmamışlar ve onlara olmadık
eziyetleri çektirmemişlerdir. Aksine, onlara tabi olanlar, onlara iman edenler
de çeşitli zulüm ve haksızlıklar yapmışlardır. Bu sözde ta­raftarları ve
hayranları da imamlarının talimatlarını tahrif etmiş, sözlerini çarpıtmış,
getirdikleri kitapları tanınmaz hale sokmuş ve bizzat onların ki­şiliğine
ulûhiyet ve tanrısallık gibi özellikler karıştırmak suretiyle birer ucube haline
getirmişlerdir. İlk tür zulüm ve kötülük bu temiz kişilerin ha­yatı boyunca ya
da birkaç sene daha devam etmiştir. Ancak ikinci tür zu­lüm ve haksızlıklar
yüzyıllar boyu sürmüştür ve hatta bazı durumlarda şimdi de devam etmektedir.

Dünya’yı şimdiye kadar mebus olunan, Hakk’a davetle görevli
şahsi­yetler, hayatlarını, insanların tek Allah’ı terk ettikten sonra
ilahlaştırdıkları ve tapmaya başladıkları sahte ve yalan tanrıların
hakimiyetlerini ortadan kaldırmaya çalışmakla geçirmişlerdir. Fakat işin garibi,
her defasında, başkalarının tanrılığına son vermeyi gaye edinen iyi ve sâlih
şahsiyetler bizzat taraftar ve hayranları tarafından birer put, birer tanrı
haline getiril­mişlerdir. Yani ömür boyu putları kırmaya çalışanlar bizzat kendi
taraftar­larınca birer put haline sokulmuştur.

Aslında insan denen yaratık kendi kişiliğini ve varlığını
öylesine kü­çük görüyor ki, kendisinde melekler kadar masumiyet, yüksek ahlâk ve
fazilet gibi vasıflar göremiyor. İnsan kendisinin sadece zaaf ve hatanın bir
karışımı olduğunu sanıyor. Aklı ve fikri, ilim ve iz’andan o kadar yoksun­dur
ki, fâni vücudun, insanlığın bütün iyi ve kötü taraflarının yanı sıra me­lekler
kadar masum ve faziletli olabilecek vasıflan da haiz olduğunu anla­maktan
acizdir. Bundan dolayıdır ki, bu dünyada ne zaman bir kişi kalkıp kendisini
Allah’ın temsilcisi olarak hemcinslerine sunmak istemişse, onlar onun etten ve
kemikten olduğunu görüp, “Allah’ın sevgilisi olduğu” yolun­daki sözüne karşı
çıkmışlardır. Ve en sonunda o kişide olağanüstü vasıflar görüp, ona sevgi ve
saygıyla bağlandıkları zaman da sevgi ve bağlılıkları­nı abartmışlar ve böyle
bir kişinin bir beşer veya insan olmadığına kanaat getirmişlerdir. Netice
itibariyle bir grup, böyle bir kişiyi tanrı derecesine çıkarmış ve hatta tanrı
olarak tapmaya başlamıştır. Bir başka grup kalk­mış, o tanrının insanların
şeklinde zuhur edebileceğini düşünerek, böyle bir kişinin aslında insan şeklinde
bir tanrı olduğuna karar vermiştir. Yine başka bir grup kalkmış, bu kişinin
Allah’ın oğlu olduğunu ileri sürmüştür.

20.1. ÇEŞİTLİ DİNLERE MENSUP
OLANLARIN KENDİ DİN KURUCULARI HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ

Dünya’da hangi din kurucusu veya dini liderin hayatını
incelerseniz, kendisine en büyük haksızlığın, tabi olanları ve hayranları
tarafından ya­pıldığını görürsünüz. Bu din kurucuları ve dini liderlerin hayatı
ve talima­tının etrafında öylesine kalın bir evham, hurafe ve hayal perdesi
örülmüş­tür ki, gerçek yüzlerini ve kişiliklerini görmek hiç mümkün değildir.
Onla­ra ait olan tahrif edilmiş kitaplardan, yalnızca öğretilerinin aslının
nasıl ol­duğunu anlamak güçleşmekle kalmamış, aynı zamanda o din kurucuları ile
dini liderlerin bizzat kendilerinin gerçekten nasıl olduklarının öğrenilmesi de
imkânsızlaşmıştır. Bu kişilerin doğumu bir ucube, çocukluğu bir ucube, gençliği
ve yaşlılığı bir ucube, hayatının her safhası bir başka ucube ve hatta ölümü
bile ucube olmuştur. Kısacası, başından sonuna kadar bir ef­sane haline
getirilmişlerdir. Öyle ki, onları ya tanrı zannedersiniz, ya tanrı­nın oğlu ya
da insan şeklinde bir tanrı. En azından, onun Allah’ın bir ortağı olduğunu
sanırsınız.

020

Mekke-i Mükerreme’nin Yerleşim Planı

20.1.1. Buda

Meselâ, Buda’yı ele alalım. Budizm’i derinliğine inceleyecek
olursa­nız, Buda’nın çok aydın ve ileri görüşlü bir kişi olduğunu görürsünüz. Bu
şahsın, Hinduizm ve Brahmanizm’in birçok kötülüklerini ortadan kaldırıp Hindu
toplumunda geniş çapta bir reform hareketine başladığına tanık olursunuz.
Özellikle Buda, yaşadığı çağda birer tanrı haline getirilip tapı­lan insanların
putunu yıkmış ve her türlü bid’at ve hurafe’den uzak bir di­ne bağlanılmasını
istemiştir. Fakat, ölümünden sonra bir asır geçmedi ki, Vesâli’de toplanan
Budist din adamları Buda’nın bütün öğretilerini rafa kaldırdılar. Budizm’in
ileri gelenleri, Buda’nın vaaz ve telkinlerinden olu­şan “Sûtar”ları değiştirip
yeni bir takım Sûtarlar yarattılar. Bu kitapları, canlarının istediği şekilde
tahrif ettiler. Budist rahip ve din adamları bir yandan herhangi bir tanrının
varlığını inkâr ettiler, diğer yandan da Buda’yı bir tanrı haline getirdiler. Bu
rahip ve din adamları, Buda’nın, aklın ta kendisi olduğunu belirttiler ve O’nu
kâinatın odağı ve her çağda insan­ları ıslah etmek üzere dünyaya gelen bir
varlık haline getirdiler. Buda’nın doğum yaşantısı ve gelecekte birçok defa
çeşitli hüviyetlerle doğacağına dair öylesine garip masal, efsane ve destanlar
yazdılar ki bunları okuyan Prof. Wilson gibi bir oryantalist ve araştırmacı bile
Buda’nın gerçekten ta­rihi bir şahsiyet olup olmadığı konusunda şüphe etmekten
kendini alama­mıştır. Üç-dört asırlık bu hayali ve uydurma hikâye ve masallar
ile Bu­da’nın kişiliği ve talimatı büsbütün tanınmaz hale sokuldu ve kendisi bir
tanrı ve ilâh olup çıkıverdi. Nihayet, Kral Kanişka’nın devrinde Budizm’in ileri
gelenleri Keşmir’de düzenledikleri büyük meclis’te Buda’nın aslında Allah’ın
maddi ve dünyevi bir belirtisi olduğuna veya başka bir deyimle, Allah’ın insan
şeklinde dünyaya geldiğine karar verdiler.

20.1.2. Rama                                                                                                                                                                             
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                        

Aynı muamele Hinduların bir dini şahsiyeti Rama Çandra’ya da
ya­pıldı. Rama’nın hayalı ve talimatını içeren “Ramayan” adlı kitabı
okundu­ğunda Raca Rama Çandra Ji’nin alelade bir insan olduğu anlaşılır. Rama,
şüphesiz dürüst, yüksek ahlâklı, faziletli, cesur, cömert, mütevazı, alçak
gönüllü, çilekeş, çalışkan ve fedakâr bir insandı. Fakat şahsiyetinde zerre
kadar ulûhiyet veya tanrılık yoktu. Ne var ki, bir insanda bu kadar mezi­yet ve
faziletin toplandığını gören Hintliler şaşkına döndüler ve O’nun ale­lâde bir
insan olamayacağını düşündüler. Nitekim, ölümünün üzerinden belli bir süre
geçtikten sonra Rama Çandra tanrı derecesine çıkarıldı. Hin­du inanç ve
kavramlarına göre, Vişnu tanrı[1]
Rama’nın vücuduna girmişti. Rama, Vişnu tanrının, çeşitli çağlarda insanların
ıslahı için çeşitli hüvi­yetlerle dünyaya geldiği kişilerden biriydi.

20.1.3. Krişna

Sri Krişna, Buda ve Rama’dan da daha kötü muameleye tabi
tutulmuş ve mağdur duruma düşürülmüştür. Krişna’nın talimatını ihtiva eden kitap
“Bhagvat Gita”, her ne kadar değişiklik ve tahrife uğrayarak şimdiki hale
gelmişse de bu kitabı okuyan bir kişi Krişna’nın aslında “tek Allah, en güçlü ve
en büyük bir tanrı” kavramın ortaya attığını ve bunun için canla başla mücadele
ettiğini anlar. Fakat Hinduların diğer dini kitapları, meselâ Mahabharata, Vişnu
Puran, Bhagvat Puran vs. yukarıda bahsettiğimiz “Bhagvat Gita” kitabını bambaşka
bir üslûp, mana ve şekilde bize sun­maktadırlar. Bunlara göre Krişna bir yandan
Vişnu’nun bedensel belirtisi, bütün varlıkların yaratıcısı ve evrenin yöneticisi
olarak gözüküyor, bir yandan da bunun tam aksine şahsiyetine öylesine adi,
ahlâksız ve yüz kı­zartıcı hikâye, masal ve sıfatlar yakıştırılıyor ki, kendisim
tanrı olarak ta­nımak şöyle dursun, iyi ve temiz bir insan olduğundan da şüphe
ederiz. “Bhagvat Gita”da Krişna’nın şu sözlerine rastlanıyor:

“Bu dünyanın anası, babası, dayanağı ve mercii benim. Tertemiz
olan ve bilinmesi gereken her şey benim. Tek yönetici, Riğ Veda, Yacur Veda ve
Sam Veda (Hinduların dini kitaplarının adlan) benim. Ben herkesi bes­lerim, ben
mâlik, şâhit, oturma yeri, sığmak, doğum sebebi, ölüm sebebi, hazine ve doğumun
ölümsüz tohumuyum. Ey Arjun, ben sıcaklık veririm, suları durdururum ve yağmur
yağdırırım. Ben hayat suyuyum, ben ölü­müm, ben doğru ve yalanım”. (Bölüm: 90,
17-19).

“Hiçbir tanrı veya derviş doğumumu bilmez, çünkü bütün ilâh ve
ev­liyalar benden doğmuşlardır. Benim yeryüzü ve bütün kâinatın tanrısı
ol­duğumu ve benim bir doğuşum, yani başlangıcım olmadığını bilen bir ki­şi,
dünya sevgisinden kurtulup bütün günahlardan arınmış olur” (Bölüm: 10, 2-3).

“Ey saçları taranmış ve yapılmış kişi, bütün canlılarda varolan
ruh benim. Bütün canlıların başlangıcı, ortası ve sonucu benim. On iki tanrı
arasında Vişnu benim. Gezegenler arasında pırıltıları olan güneş, havaya hakim
olan 49 tanrının başı olan Meriçi ve yıldızlar arasında ay benim” (Bölüm:
10,20-21).

“Hareketli veya hareketsiz canlılardan hiçbiri benim yönetimimin
dı­şında değildir… Ben sadece kendi bölgemden bütün evrene yayılmış
du­rumdayım” (Bölüm: 10, 29).

“Ey Pandu (fakir) bütün işlerin Parmeşvar, yani benim tarafımdan
ya­pıldığı bilinciyle hareket eden, bana güvenip, bütün ilişkilerini koparıp,
bütün canlılara karşı düşmanlığına son veren kişi benimle birleşiverir” (Bölüm:
11:55).

“Ben bütün canlıların mâlikiyim ve doğuştan üstünüm. Gerçi benim
varlığımda herhangi bir değişiklik olmaz. Fakat ben kendime özellikleri­mi
koruyarak kendi kudretimle sık sık doğarım. Ey iyi ve dürüst kişi, din çöküntü
haline gelince ve her tarafa dinsizlik yayılınca kendi kendimi do­ğururum. Ben
iyileri korumak, kötü insanları yok etmek ve dünyada dini yeniden tesis etmek
gayesiyle zaman zaman doğarım” (Bölüm: 4,6-8).

Burada görüldüğü gibi, “Bhagvat Gita”nın Krişna’sı kendisinin
bir tanrı, hem de en büyük tanrı olduğunu iddia etmiştir.[2]
Fakat diğer taraf­tan “Bhagvat Puran” aynı Krişna’yı çapkın, kadınlara düşkün ve
ahlâksız bir kişi olarak gözümüzün önüne seriyor. Bazen gölde yıkanırken genç
kızların elbiselerini alıp kaçtığını, genç kızların çıplak vücutlarıyla
birleş­mek için bu kızları yeniden yarattığını görüyoruz. Ve Raca Prikşit
Başra­hibi şöyle bir soru yönelttiği zaman: “Tanrının, doğru dini yaymak üzere
dünyaya başka bir hüviyetle geldiğini biliyoruz, ama bu ne biçim tanrıdır ki,
dinin bütün kurallarını rafa kaldırıp başkalarının kadın ve kızlarıyla gayri
meşru ilişkiler kuruyor?” Başrahibin de Krişna’nın davranışlarım şöyle bir
bahane ile örtmeye çalıştığına tanık oluyoruz: “Tanrılar bile bazen doğru yoldan
ayrılabilirler. Fakat onların günahları, onların vücutları­nı etkilemez. Tıpkı
yangının her şeyi yakabilmesine rağmen suçlanamaya-cağı gibi”.

Aklı başında olan bir kimse, yüksek seviyeli bir din kurucusunun
ha­yatının bu kadar pis, bu kadar rezil ve safahat dolu olamayacağını hemen
anlayabilir. Aynı kimse, gerçek bir din kurucusunun, kendisini hem İnsanlar, hem
bütün evrenin yaratıcısı ve Rahib olarak sunamayacağım da seze­bilir.

Fakat Kur’ân-ı Kerim ile İncil’in mukayeseli incelemesinden
sonra, dünyada çeşitli milletlerin, çeşitli devirlerde, özellikle maddi ve
manevî çöküntüleri sırasında, kendi zaaf ve ahlâksızlıklarını haklı çıkarabilmek
amacıyla dünyanın tertemiz insanlarının karakter ve yaşantılarını bize yanlış
şekilde aktardığını, buna mukabil haklarında inanılması güç masal, hikâye ve
efsaneler anlattıklarını görürüz. Bu sebeple, Krişna’nın da aynı akınete
uğradığını tahmin edebiliriz. Yani Krişna’nın gerçek kişiliği, ka­rakteri ve
öğretilerinin Hindu din kitaplarında bambaşka bir şekilde anla­tıldığını
söyleyebiliriz.

20.1.4. Hz. Îsa
(a.s.)

Peygamberliği çok yaygın olarak bilinen ve de teslim edilen ama
kendisine en büyük haksızlık edilen iyi ve temiz insanların başında Hz. Îsa
(a.s.) gelir. Hz. Îsa da her insan gibi bir insandı. İnsanlığın bütün zaaf ve
meziyetleri diğer İnsanlar gibi Hz. Îsa’da da aynen vardı. Aradaki fark
yalnızca, Hz. Îsa’ya, Allah’ın hikmeti, nübüvveti ve vahyinin gelmiş olma­sıdır.
Hz. Îsa böylece doğru yoldan ayrılıp kötü yola sapmış olan bir mil­leti ıslah
etmeye memur edilmişti. Fakat, mebus olduğu halk öylesine kö­tü idi ki varlığını
üç yıl bile zor kabul edebildi ve henüz hayatının baha­rında iken O’nu öldürmeye
ve vücudunu ortadan kaldırmaya karar verdi. Hz. Îsa ortadan kaldırıldıktan sonra
ise ümmeti O’na sadakat ve itaatte öy­lesine aşırı gitti ki, onu Allah’ın oğlu
yapıverdi. O’na tabi olanlar, hakkın­da türlü türlü akla hayale gelmeyen hikâye
ve masallar uydurdular ve ken­disinin aslında Allah olduğunu, Mesih olarak
dünyaya geldiğini ve çarmı­ha gerilmek suretiyle insanların günahlarının
kefaretini ödediğini öne sür­düler, inançlarına göre İnsanlar doğuştan
günahkârdılar ve bizzat kendi iyi amelleriyle hiçbir zaman kurtulamayacaklardı.
Allah’ın insanlara karşı bu kadar katı ve acımasız olabileceği düşünülebilir mi?
Ama Hz. Îsa’ya iman edenler bu tür inanç saplantılarına girdiler. Tabii ki Hz.
Îsa gibi güzide bir peygamber, Cenab-ı Allah hakkında bu tür suçlamalarda
bulunamazdı. Fakat O’nun taraftarları, O’nun vaaz, telkin ve talimatını kendi
düşünce ve hayal güçlerine göre değiştiriverdiler. O kadar ki, bugün İncil’de ve
Hıristiyanlara ait olan hiçbir kitapta Hz.Îsa’nın gerçek şahsiyeti ve talimatını
bulmak mümkün değildir. Ne varsa ve ne yoksa Kur’ân-ı Kerim’de vardır. Ahd-i
Cedid veya Yeni Ahid olarak bilinen, dört meşru ve muteber İn­cil’den oluşan
Kitab-ı Mukaddes’te Hz. Îsa’nın şahsiyeti ve talimatı tamamıyla çarpıtılmıştır.
Bazen.Hz. Meryem’e doğacak çocuğunun Allah’ın oğlu olacağı müjdeleniyor (Luka:
10 35), bazen Allah’ın ruhu bir güvercin gibi Yeşu’ya inip, “bu benim sevgili
oğlum” diye haykırıyor (Matta:, 16:17), bazen Mesih kendisi diyor ki, “Ben
Allah’ın oğluyum ve siz benim Kadir-i Mutlak’ın sağ tarafında oturduğumu
göreceksiniz”. (Markos: 14:62). Yine bazı yerlerde, mahşerde Allah yerine
Mesih’in Arş’ta oturdu­ğunu görüyoruz. (Matta: 25:31-46). Bazen da Mesih’in
ağzından şöyle söyleniyor: “Babam bendedir ve Ben Babam’dayım” (Yuhanna: 1:38).
Yi­ne başka bir yerde o doğru sözlü insanın şöyle söylediği kaydediliyor: “Ben
Allah’ın içinden çıkarak geldim” (Yuhanna: 8:42). Bazen Hz. Îsa ve Allah
birleştirilmiş ve kendisinin şöyle sözler söylediği iddia edilmiştir: “Beni
görmüş olan pederimi görmüştür” ve “Pederim bende varolup işle­rini yapar” (Yuhanna:
1409-10). Yine başka bir yerde, Allah’ın bütün şey­leri Mesih’e devrediliyor (Yuhanna:
3:35) veya Allah’ın, bütün saltanatını Mesih’e ihsan ettiği kaydediliyor (Yuhanna:
5:22).

Görüldüğü gibi, hemen hemen bütün milletler, yazımızın başında
işa­ret ettiğimiz gibi, kendi peygamberleri, din kurucuları ve din adamları
hakkında büyük mübalağalar yapmışlar, şahsiyetlerini, siret ve talimatları­nı
tanınmaz hale getirmişlerdir. Bu yanlış tutum ve davranışın en büyük sebebi söz
konusu peygamber veya din kurucularının hayat hikâyelerinin yanı sıra, söz ve
öğretilerinin doğru dürüst kâğıtlara dökülmemesidir. Bazen bu hususta harekete
geçilmişse de yeterli dikkat ve ihtimam gösteril­memiş ve iyi ile kötü, doğru
ile yanlışlar hep bir arada toplanmıştır. Neti­ce itibariyle, ortaya çıkan
malzeme güvenilir ve inandırıcı olmamıştır. Ayrıca zaman geçtikçe bunlara yeni
ilâveler yapılmış ve içlerinden bazı şeyler çıkarılmıştır. Kısacası, gerçekler,
evham ve hurafelerle örtülmüş ve birkaç yüzyılda bütün hakikat ortadan kaybolmuş
ve geride sadece masal ve efsaneler kalmıştır.

20.1.5. Hz.
Muhammed Mustafa (a.s.)

Dünyanın bütün peygamber ve din kurucuları ile liderleri
arasında yalnızca efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın şahsiyeti ve
talima­tı geçen 1400 yıldan beri olduğu gibi muhafaza edilmiş durumdadır. Ve
artık öyle bir noktaya gelinmiştir ki, ilerde herhangi bir değişiklik
yapıl­masına hiçbir imkân da yoktur. İnsanların evham ve batıl inançlara
yat­kınlığı yüzünden böylesine mükemmel, meziyetli, üstün ahlâklı ve üstün
yetenekli bir kişiyi de efsaneleştirmeleri işten bile değildi. Onlar pekâla
sevgi ve saygılarını abartabilir, Hz. Muhammed (a.s.)’in kişiliğinde tanrı­sal
sıfatlar arayabilirlerdi. Fakat Cenab-ı Allah, peygamberler zincirinin son
halkası olarak dünyaya gönderdiği Hz. Muhammed (a.s.) hakkında gerekli
tedbirleri de halk edecekti. Bu peygamberin şahsiyeti ve sireti bü­tün İnsanlar
için kalıcı bir örnek ve bütün evren için bir hidâyet kaynağı olmalıydı. Bu
sebeple, Cenab-ı Allah, Abdullah oğlu Muhammed (a.s.)’in şahsiyeti ve
talimatının, geçmişte diğer dinlere mensup cahil fedailerin ve insanların kendi
peygamber ve liderlerine yaptıkları haksızlık ve zulümlerin benzerlerinden
kurtarılması için bazı tedbirler aldı. Bir kerre, Hz. Pey­gamber (a.s.)’in
sahabeleri, tabileri ve muhaddisleri, geçmişteki ümmetle­rin aksine, kendi hadî
ve yol göstericilerinin siretinin korunması için ola­ğanüstü çaba harcadılar.
Bundan dolayıdır ki, aradan 1400 yıl geçmiş ol­masına rağmen biz bugün dahi Hz.
Muhammed (a.s.)’in devrine çok yakın bir mesafeden bakabiliriz. Fakat sahabeler,
muhaddisler, imamlar ve mü­fessirlerin senelerin emeğiyle hazırladıkları
eserlerin tümünün ortadan kaybolduğunu, hadis ve siyerin bir tek sayfasının bile
dünyada kalmadığı­nı ve böylece Hz. Peygamber (a.s.)’in hayatı ve talimatı
hakkında tek bir kelime öğrenme imkânı bulunmadığını farz etsek bile Allah’ın
kitabı olan Kur’an-ı Kerim’in, binlerce ve yüz binlerce hâfız’ın sinesinde
mahfuz kala­bileceği ve tekrar kâğıda dökülebileceğini unutmamalıyız. Ve bu tek
bir kitap, Allah’ın son peygamberi hakkında kafamızda doğan bütün sorulara cevap
verebilecek mahiyettedir. O halde gelin, Kur’ân-ı Kerim’in, Hz. Peygamber
(a.s.)’i bize nasıl tanıttığını, nasıl tarif ettiğini görelim:

20.1.6. Rasûl
(Peygamber)un İnsani Yönü

Kur’ân-ı Kerim’in, peygamberlik ve peygamberlerden bahsederken
üzerinde önemle durduğu bir nokta vardır ki, o da peygamberlerin insan­lık
halidir. Kur’ân-ı Kerim’in inişinden önceki yüzyıllarda insanların ta­nınmış bir
kural olarak kabul ettikleri belli inançları vardı. Buna göre, in­san hiçbir
zaman Allah’ın rasulü (peygamberi) ve naibi olamazdı. Dünya­nın ıslah edilmesi
gerektiği zaman Allah’ın kendisinin dünyaya geldiği ve­ya melek ve ilâhlarını
dünyaya gönderdiği fikri yaygındı. Genel inanca göre insanların ıslahı için
gelen bütün şahsiyetler insanüstü ve doğaüstüy­düler. Bu akide ve inanç İnsanlar
arasında öylesine kök salmıştı ki, ne za­man Allah’ın sevgili bir kulu ve
peygamberi insanları hidayete ve doğru­luğa davet ederse, herkes hayret içinde
kendi kendine ve başkalarına sor­maya başlardı: “Bu ne biçim peygamberdir? Bizim
gibi yiyor, içiyor, uyu­yor ve yürüyor? Bu nasıl bir peygamberdir ki, insanların
bütün illetlerini taşıyor? Bizim gibi acıkıyor, hastalanıyor ve acı çekiyor? Bu
nasıl bir peygamberdir ki, bizim gibi gülüyor, ağlıyor, seviniyor, üzüntü
duyuyor ve dinleniyor? Eğer gerçekten Allah bizim doğru yolu bulmamızı, bizim
ıslah ve iflah olmamızı isteseydi, hidayetimiz için bize böyle bir insan mı
gönderecekti? Allah bizzat dünyaya gelemez miydi? Bu tür sorular her peygamberin
dünyaya gelişi sırasında sorulurdu ve İnsanlar bunlara daya­narak peygamberleri
inkâr ederlerdi. Nitekim, Hz. Nûh (a.s.) ümmetini doğru yola çağırınca, kendisi
hakkında şöyle denildi:

“Bu ancak sizin gibi bir insandır. Sizin üzerinize üstünlük
kurmak is­tiyor. Eğer Allah dileseydi, melekler indirirdi. Biz, evvelki
alalarımız za­manında böyle bir şey işitmedik.”. (Mü’minun; 24)

Hz. Hûd (a.s.) kavmine hidâyet için gönderildiği zaman da
kendisine yapılan ilk itiraz şöyle idi:

“Bu ancak sizin gibi beşerdir. Yediğinizden yiyor, içtiğinizden
içiyor. Eğer siz kendiniz gibi bir insana itaat ederseniz, o zaman hüsrana
düşen­lerden olursunuz.”. (Mü’minun; 33-34)

Aynı şekilde Hz.- Musa ile Hz. Harun (a.s.), Firavun’u hidayete
ve Hakk’a dâvet edince, davetleri şu gerekçe ile reddedildi:

“Bizim gibi iki beşere îman mı edecekmişiz?”. (Mü’minun; 47)

Tam buna benzer bir soru, Mekke’de 40 yıl sessiz bir hayat süren
ümmî bir insanın, birden bire Allah’ın rasûlü olduğunu söylemesi üzerine de
sorulmaya başlandı. Mekkeliler, kendileri gibi elleri, ayakları, gözleri, burnu,
ruhu, ismi ve cismi olan bir kişinin nasıl Allah’ın peygamberi ola­cağını
kestiremiyorlardı. Onlar hayret içinde aralarında söylenip duruyor­lardı:

“Bu nasıl peygamberdir? Yemek yiyor ve çarşılarda geziyor?
O’nun­la beraber nezir olmak için neden bir melek indirilmedi… Yahut O’na bir
hazine atılmalı, yahut O’ndan yiyeceği bir bahçesi olmalı değil miydi?” (Furkan;
7-8)

Peygamberlerin hüviyeti, vaaz ve telkinlerinin kabulü konusunda
da en büyük engel işte bu fikir ve inançtı. Bu sebeple, Kur’ân-ı Kerîm’de en
ağır darbe bu fikre indirilmiştir. Kur’ân’da, delillerle insanların hidâyeti
için ancak insanların uygun olduğu dile getirilmiştir. Kur’ân’a göre,
pey­gamberlik veya nübüvvetin gayesi, sadece Allah’ın emir ve talimatını
in­sanlara iletmek değil, aynı zamanda fiil ve hareketlerle bunların pratik
ör­neğini sunmaktır. Bu amaçla, beşeri zaaf ve kusurlar taşımayan melekler veya
insanüstü başka yaratıklar başka dünyaya gönderildiği takdirde, İnsanlar, bu
yaratıkların kendileri gibi zaaf ve kusurlar taşımadıkları için hatâ ve günah
işlemekten âciz olduklarını ve dolayısıyla Allah’ın hidâyetine uymalarının
imkânsız olduğunu ileri sürebilirler. Onun için, Kur’ân-ı Kerîm diyor ki:

“Eğer yeryüzünde sakin sakin yürüyen melekler olsaydı, onlara
gök­ten rasûl olarak melekler gönderirdik.” (İsra; 94-95)

Bundan sonra, Cenab-ı Allah, dünya’daki çeşitli milletlere
gönderilen peygamberlerin ve diğer temiz şahsiyetlerin, Hz. Muhammed Mustafa
(a.s.) gibi insan olduklarını, O’nun gibi yediklerini ve içtiklerini belirtiyor:

“Bizim, senden evvel gönderdiğimiz peygamberler, kendilerine
vah­yettiğimiz erkeklerdi. Eğer bilmiyorsanız Kitab ehline sorunuz. Biz onları
yemek yemez birer ceset olarak yaratmadık. Onlar hayatta da ebedî kalı­cı
değillerdir. (Enbiya; 7-8)

“Bizim, senden evvel gönderdiğimiz peygamberler de, yemek yer ve
çarşılarda gezerlerdi.” (Furkan; 20)

“And olsun ki, senden evvel gönderdiğimiz peygamberlere de
zevce­ler ve evlâtlar verdik.” (Ra’d; 38)

Bundan sonra Hazreti Peygamber (a.s.)’den, kendisinin bir beşer
veya insan olduğunu açıkça ilân etmesi istendi. Cenâb-ı Allah, böylelikle Hz.  \
Muhammed (a.s.)’e de geçmişteki peygamberler ve veliler gibi bir takım   ‘
tanrısal sıfatların yakıştırılmasını önlemek istiyordu. Kur’ân-ı Kerîm’de
çeşitli yerlerde bu ayete yer verilmiştir;

“Ben de sizin gibi bir insanım, yalnız bana vahyolundu ki,
İlâhınız bir tek İlâh’tır.” (Kehf; 111, ve Fussilet; 6)

Bu açıklamalar, sadece Hz. Muhammed (a.s.) ile ilgili batıl
inanç ve hurafelere değil dünyanın diğer peygamber ve velileri hakkındaki yanlış
fikir ve kavramlara da son verdi.

20.1.7.
Peygamber’in Kuvvet ve Kudreti

Kur’ân-ı Kerîm’in açıklık getirdiği ikinci husus, peygamberlerin
kuv­vet ve kudretiyle ilgili inanç ve kavramlardır. Cehâlet ve akılsızlık
yüzünden Allah’a yakın veya ermiş kişilerin ilâh derecesine çıkarılması ve birer
ilâh ilân edilmesinin tabii bir sonucu olarak bu kişilerin fevkalâde kuvvet ve
kudrete sahip olmalarına dair tasavvurlar da bir hayli yaygınlaşmıştı. Cahil ve
bilgisiz İnsanlar, bu kişilerin Allah’ın kainatında kendisiyle ortak ve bazı
tanrısal yetkilere sahip olduklarını, insanların cezalandırılması ve­ya
mükafatlandırılması işlerini yürüttüklerini, gaipten haberleri olduğunu, geçmişi
ve geleceği bildiklerini, insanların kaderini değiştirdiklerini, in­sanlara
zarar veya yarar sağladıklarını, hayır ve şerre mâlik olduklarını, evrenin bütün
güçlerinin kendilerine tabi olduklarını, bir bakışlarıyla in­sanları dalâlete ve
cehalete sürüklediklerini sanıyorlardı. îşte bu inançlar­dan dolayıdır ki,
Mekkeli müşrikler Rasûlullah (a.s.)’dan çeşitli taleplerde bulunuyor, O’nun bazı
insanüstü, fevkalâde işler başarmasını istiyorlardı. Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de
şöyle denilmiştir.

“‘Sen bize yerden pınarlar çıkarmazsan, sana îman etmeyiz’
dediler. Yahut, senin hurma ve üzümlerden bir bahçen olup da, içinden nehirler
akmadıkça yine îman etmeyiz’ dediler. ‘Yahut iddia ettiğin gibi göğü par­ça
parça üzerimize düşürmedikçe veya karşımıza Allah’ı ve melekleri ge­tirmedikçe
sana îman etmeyiz’ dediler. “Yahut, senin altından bir evin ol­madıkça veya
semaya çıkmadıkça, bize oradan okuyacağımız bir kitap getirmedikçe, senin semaya
çıktığını da inanmayız.” dediler. De ki, ‘Rab­bimi tesbih ve tenzih ederim. Ben,
Allah’ın Rasulü, bir beşerden başkası mıyım’?” (İsrâ; 90-93)

Allah’a yakınlık ve ermişlik ile ilgili ne kadar yanlış fikir,
tasavvur ve mefhum varsa, Cenab-ı Allah hepsini şiddetle reddetti ve Rasûlullah
dahil geçmişteki hiçbir peygamber veya velînin kendisiyle ortak olmadığını,
kendilerinde zerre kadar ulûhiyet bulunmadığını vurguladı. Nitekim, bir
peygamberin, izni olmadıkça başkalarını kurtarması şöyle dursun, kendi­sini bile
kurtaramayacağına işaret etti:

“Eğer sana Allah bir zarar dokundurursa kendisinden başka onu
giderici yoktur. Eğer sana bir hayır dokunursa işte o, her şeye kâdir’­dir.”
(En’âm; 17)

“De ki, ‘Ben kendi kendime ne bir zarar ne de bir faydaya
muktedir değilim. Ancak Allah’ın istediği olur.” (Yûnus; 49)

Buna ilâveten, peygamberlerde define veya hazinelerin
anahtarlarının ‘bulunmadığı, gaipten haberleri olmadığı ve herhangi bir
insanüstü, tabia­tüstü kuvvet ve kudretlerinin de bulunmadığını açıkladı.

“De ki, ‘ben size Allah’ın hazineleri benim yanımdadır ve gaybı
bili­rim demem. Ve ben size meleğim de demiyorum. Ancak bana vahyolunan şeye
tabi olurum.'” (En’âm; 50)

“Eğer ben gaybı bilseydim, malımı çoğaltırdım. Ve bana bir
fenalık da dokunmazdı. Ben ancak îman eden kavim için müjdeci ve korkutucu­yum.”
(A’raf; 188)

Ayrıca, hesap-kitap, ceza ve hükümde de peygamberlerin herhangi
bir rolü olmadığı, görevlerinin sadece kendilerine verilen emirleri insanla­ra
iletmek, onlara doğru yolu göstermek olduğu, bundan sonra muhake­me, sorgulama,
cezalandırma ve ödüllendirme işinin Allah’a ait olduğu anlatıldı.

“De ki, ‘Ben, Rabbimden apaçık bir beyyine üzereyim. Siz ise onu
tekzip ettiniz. Sizin çarçabuk istemekte olduğunuz (azab) benim yanımda
değildir. Hüküm ancak Allah’ındır. Hak ile O hükmeder. Ve O, ayırd edenlerin en
hayırlısıdır.’ De ki, ‘Eğer o çarçabuk istediğiniz şey benim elimde olsa idi,
aramızdaki iş şimdiye kadar bitirilmiş olurdu. Allah, j. tâlimleri bilir.”
(En’âm; 57-58)

“Sana düşen yalnız tebliğdir. Hesapları ise bize aittir.” (R’ad;
40)

“Muhakkak biz insanların faydası için kitab’ı sana hak olarak
indir­dik. Artık kim doğru yolu seçerse kendi lehinedir. Kim de dalâlete
düşer­se, ancak kendi nefsi aleyhine sapmıştır. (Habibim), sen onların üzerine
bir vekil değilsin.” (Zümer; 41)

Kur’ân-ı Kerîm’de ayrıca, insanların düşünce ve fiillerini
değiştirme, onları Allah’a itaate yöneltme, kalplerinde iman nuru yaratma
gücünün peygamberlerde değil, Allah’ta olduğu, peygamberlerin işinin ancak
nasi­hat ve ikâzdan ibaret olduğu ve insanlara doğru yolu göstermek olduğu
açıklandı.

“Şüphesiz, sen ölülere duyuramazsın. Ve arkalarını dönüp
kaçarlar­ken sağırlara da dâvetini işittiremezsin. Sen, o körleri sapıklıktan
ayırıp hidâyete erdirici değilsin. Sen, ancak ayetlerimize iman eden’ ve
müslü­man olanlara sözlerini işittirirsin.” (Neml; 80-81)

“…Sen mezarlarda olanlara söz işittirecek değilsin. Sen sadece
kor­kutucusun. Muhakkak biz seni müjdeci ve korkutucu olarak gönder­dik.”.[3]
(Fâtır; 22-24)

Ayrıca, peygamberlerin kıymeti, haysiyeti ve üstünlüğünün
Allah’a itaat etmeleri, emirlerini olduğu gibi yerine getirmeleri ve kendilerine
in­dirilen Allah’ın kelâmını kullara iletmelerinde saklı olduğu; Allah’a
itaat­ten vazgeçmeleri, Allah’ın kelâmına kendilerinden bir şey katmaları
halin­de ise sahip oldukları imtiyaz ve imkânların ortadan kaldırılacağı, hatta
Allah’ın gazabından kurtulamayacakları da açık bir dille ifade edilmiştir:

“Sen de onların kıblesine tâbi olmazsın. Onların bazıları da
bazıları­nın kıblesine tâbî değillerdir. Sana hakikatin ilmi geldikten sonra
onların hevasına tâbi olursan o zaman zâlimlerden olursun.” (Bakara; 145)

“Sana ilim geldikten sonra onların hevâsına tâbi olursan senin
için Allah’tan başka dost ve yardımcı yoktur.” (Bakara; 120)

“De ki, ‘onu kendi tarafımdan değiştirmek benim hakkım değildir.
Ben, ancak bana vahyolunana tâbi olurum. Eğer Rabbime âsi olursam büyük günün
azabından korkarım!” (Yûnus; 15)

Burada bu sözler, Rasûlullah (a.s.)’ın Allah’a hâşâ herhangi bir
itaat­sizlik ve isyanda bulunacağı veya O’nun talimatını tahrif edeceği
endişe­siyle söylenmemiştir. Bunların asıl amacı, dünyaya, Rasûlullah (a.s.)
veya diğer peygamberlerin, Allah ile kişisel bir yakınlıkları olmasından dolayı
değil, O’na itaat etmeleri ve emirlerini itirazsız, eksiksiz yerine
getirmele­rinden dolayı bir takım imtiyaz, şeref ve haysiyete sahip olduklarını
anlat­maktadır.

20.2. RASÛLULLAH (A.S.) PEYGAMBERLER
TOPLULUĞUNUN BİR FERDİDİR

Kur’ân-ı Kerîm’de önemle belirtilen bir üçüncü husus ta Hz.
Muham­med Mustafa (a.s.)’nın yeni ve tek peygamber olmadığı, aksine dünyanın
kuruluşundan onun zamanına kadar dünyaya gelen binlerce peygamber­den biri
olduğudur. Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber (a.s.)’in, peygamber­ler zincirinin son
halkası olduğunu belirtmiştir. Kitabullah, her zamanda, her ülkede ve her
millette peygamberlerin doğduğunu, hepsinin insanları doğru yola dâvet
ettiklerini ve kötülükten sakınmalarını istediklerini açık­lamıştır.

“Hiçbir ümmet gelip geçmemiştir ki ona bir uyancı gelmiş
olmasın.”  (Fâtır; 24)

“And olsun, biz her ümmete, ‘Allah’a ibadet edin ve tağuta
tapmak­tan sakının diye bir peygamber göndermişizdir.” (Nahl; 36)

“İşte bu (Hz. Muhammed) de azab ile korkutan evvelki
peygamber­lerden bir peygamberdir.” (Necm; 56)

“(Habibim)sen  gönderilen  peygamberlerdensin. (Yâsin;
3)          
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                          

“Ben peygamberlerden ilk defa (gelmiş biri) değilim. Bana ve
size ne yapılacağını bilmem. Ben, ancak bana vahyolunana tâbi olurum. Ve ben,
apaçık bir korkutucudan başkası değilim.” (Ahkâf 9)

 “Muhammed, bir peygamberden başka bir şey değildir.”( Âl-i
İmrân; 144)

Sadece bu değil, Hazreti Peygamber (a.s.)’in geçmişteki diğer
pey­gamberler gibi insanları Hak dinine ve Allah’a itaate davet ettiği de
kay­dedilmiştir.

“Ey mü’minler, Allah’a ve bize indirilen Kitab’a, İbrahim’e,
İsmail’e, İshâk’a, Yakûb ve torunlarına indirilen dine, Musa ve Îsa’ya ve
Rableri tarafından peygamberlere verilen şeylere îman ettik. Onlardan birini
di­ğerlerinden ayırt etmeyiz ve biz Allah’a teslim-i nefs etmişiz’ deyiniz. Eğer
(Ehl-i Kitap) Allah’a sizin îman ettiğiniz gibi îman etseler, hidâyete ererler.”
(Bakara; 136-137)

Kur’ân-ı Kerîm’in bu ifadeleri Hz. Muhammed (a.s.)’in yeni bir
din getirmediğini ve eski peygamberlerden herhangi birini veya talimatını tekzip
etmediğini, aksine dünyanın kuruluşundan beri çeşitli milletlere ge­tirilen dini
getirdiğini ve bunu açık, duru ve temiz bir şekilde insanlara ilettiğini açıkça
ortaya koyuyor.

Kur’ân-ı Kerîm, kendisini getirenin gerçek hüviyetini ve
durumunu ortaya koyduktan sonra, Allah’ın onu hangi gaye ve maksatlarla dünyaya
gönderdiğini anlatıyor. Hz. Muhammed (a.s.)’in dünyaya peygamber ola­rak
gönderilmesinin çeşitli amaç ve hedefleri iki noktada toplanabilir:
Talim-terbiye ve amelî çalışmalar.

20.2.1. Talim ve
Terbiye İle İlgili Çalışmaları

Bu alanda yapılan çalışmalar şunlardır:      
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                             

1) Âyetlerin okunması, nefis terbiyesi ve Kitap ve hikmetle
ilgili eği­tim:

“İçlerinde, kendilerinden onlara Allah’ın ayetlerini okuyan,
onları kötülüklerden ve küfürden temizleyen ve onlara kitap ve hikmeti öğreten
bir peygamber göndermekle Allah mü’minlere büyük lütûf ve keremde bu­lunmuştur.”
(Âl-i İmrân; 164)

Burada ayetlerin okunmasından, Allah’ın emir ve talimatının
insanla­ra olduğu gibi ulaştırılması kastedilmiştir. Nefis terbiyesi ve
kötülükler ile küfürden temizlenmesi de; insanlardan güzel ahlâkın teşvik
edilmesi ve yaygınlaştırılması, kötülük ve günahlardan arınmaları, kötü âdet ve
alış­kanlıklardan kurtulmaları demektir. “Kitap ve hikmet’in eğitimi de,
İnsanlar arasında Allah’ın kitabının gaye ve maksatlarının iyice anlaşılmasını
ve idrak edilmesini sağlamak demektir. Bu eğitimle, insanlarda Kitabul­lah’ın
ruhunu anlayacak basiretin yaratılmasına çalışılmıştır. Ayrıca, ha­yatlarının
her alanını Kitabullah’ın emir ve talimatına göre ayarlayacak hikmetle
donanmalarına dikkat edilmiştir.

2) Din’in tamamlanması ve mükemmelleşmesi:

“Bugün sizin için dininizi ikmâl ve üzerinize olan nimetimi
tamamla­dım. Ve size din olarak İslam’ı (verip ondan) razı oldum.” (Maide; 3)

Başka bir deyimle, Cenâb-ı Allah, Kur’ân-ı getirene sadece
ayetleri­ni okuma, nefis terbiyesi yapma ve kitap ile hikmeti öğretme hizmeti
yaptırmadı; aynı zamanda bu görevi ve getirdiği dini de onun vasıtasıy­la
tamamladı. İnsanoğluna ne kadar ilâhi kelâm gönderilmesi gerekiyor­sa onun
vasıtasıyla insanlara gönderildi. İnsanların yaşantı ve karakteri­nin ne gibi
günah ve kötülüklerden temizlenmesi gerekiyorsa onun aracı­lığıyla temizlendi.
Hangi iyilikler, güzel ahlâk ve fazilet ile fert ve cemi­yetlerin yetişmesi
gerekiyorsa onun vasıtasıyla anlatıldı ve pratik olarak gösterildi. Kısacası,
onun vasıtasıyla insanlara kitap ve hikmetin öyle bir eğitimi verildi ki;
Kitabullah’ta anlatılan ve istenilen şekilde ilerde her za­man için insanların
bireysel ve toplumsal yaşantısına yön verecek hale geldi.

3) Geçmişte asıl ve gerçek din İslâm konusunda çeşitli
peygamberle­rin ümmetleri arasında çıkan ihtilâfları ortadan kaldırmak; bütün
perdeleri aralayarak, bütün yabancı maddeleri ayıklayarak ve bütün
anlaşmazlıkları ortadan kaldırarak insanlara doğru yolu göstermek ve Allah’a
kavuşmanın yollarını bulmalarını sağlamak:

“Allah’a yemin olsun ki, senden evvelki ümmetlere de Rasûller
gön­derdik. Şeytan, onların amellerini kendilerine süslü gösterdi. Bugün de
Şeytan onların velisidir. Onlara elemli azap vardır. Sana kitabı ancak onlara
ihtilâf eyledikleri şeyleri açıklaman ve imân eden kavme hidâyet ve rahmet
olarak gönderdik.” (Nahl; 63-64)

“Ey Ehl-i Kitap, size Rasûlümüz geldi. Ve size kitaptan
sakladığınız şeylerin bir çoğunu beyan eder. Ve bir çoğunun beyanından da sarfı
nazar eyler. Ve size Allah tarafından nûr ve apaçık bir kitap gelmiştir. Ki­tap
ile Allah rızasına uyanları selâmet yollarına hidâyet eyler ve onları izni ile
karanlıktan aydınlığa çıkarır. Doğru yola ve dine götürür.” (Maide; 15-16)

4) İtaatsizleri korkutmak, Allah’a itaat edenlere Allah’ın
rahmetini müjdelemek ve Allah’ın dinini yaymak:

“Ey peygamber, Biz seni ancak şâhit, müjdeci ve korkutucu olarak
gönderdik. Ve Allah’a kendisinin izniyle dâvet edici nurlu bir kandil ola­rak
gönderdik.”  (Ahzab; 45-46)

20.2.2. Amelî
Çalışmalar

Amelî hayat ve bununla ilgili diğer konular hakkında Hz.
Muham­med (a.s.)’e şu vazife ve mesuliyetler verilmişti:

1) insanlara iyiliği emretmek ve kötülüklerden sakınmalarım
sağla­mak; helâl ile haram’ın sınırlarını tâyin etmek; insanları Allah’tan başka
kimselerin boyunduruğundan kurtarmak.

“O peygamber onlara iyiliği emreder, kötülükten nehyeder.
Tertemiz ve iyi olan şeyleri helâl, kötü ve zararlı şeyleri haram eder, onların
sırt­larındaki ağır yükü kaldırır. Onların zincirlerini kırar. O peygambere
inanıp O’na saygı gösteren, yardım eden, O’nunla birlikte gönderilen nu­ra
uyanlar yok mu, felah bulanlar onlardır.” (A’râf; 157)

2) Allah’ın kulları arasında adaleti tesis etmek ve kendisine
bir dava gelince hak ve adaletle kararını vermek.

“Allah’ın sana gösterdiği gibi, İnsanlar arasında hükmetmen için
sa­na hak olarak Kitab’ı indirdik. Hainler için müdafaacı olma.” (Nisâ; 105)

3) Allah’ın dinini, insan hayatının bütün nizamı buna tâbi
olacak ve diğer bütün nizamlar ortadan kalkacak şekilde kurmak.

“Peygamberini hidâyete ve bütün dinler üzerine çıkarmak için hak
din ile gönderen O’dur.”  (Fetih;
28)                                                                                                                                                                            
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                     

Böylece, Hz. Peygamber (a.s.)’in görevi, sorumluluğu ve faaliyet
sa­hasına giren bu çalışmalar siyaset, adalet, ahlâk, iktisât, cemiyet,
medeni­yet ve kültürün her cephesini kapsar ve içine alır.

20.2.3. Hz.
Muhammed (a.s.)’in Peygamberliğinin Evrenselliği ve Ebediliği

Hz. Muhammed-î Arabî (a.s.)’nin bu çalışmaları bir tek ülke,
millet veya devre ait değildir, aksine bütün insanlık ve her çağ için geçerli ve
ya­rarlıdır:

“(Habibim) Biz seni, bütün insanlara müjdeci ve korkutucu olarak
gönderdik. Lâkin insanların çoğu bunu bilmezler.” (Sebe’; 38)

“De ki, ‘ey İnsanlar, şüphesiz ben sizin hepinize göklerin ve
yerin sa­hibi olan ve kendisinden başka ilâh olmayan, hem diriltip hem de
öldüren Allah’ın Rasûlüyüm. Öyleyse, Allah’a ve O’nun sözlerine imân edin, Üm­mi
nebî olan Rasûlüne îman edin. Ve O’na tabi olun. Ta ki, hidâyete er­miş
olasınız.” (A’râf; 158)

“De ki, ‘Benimle sizin aranızda Allah şahittir. Ve bana kendisi
ile si­zi ve her işiteni inzar etmek için bu Kur’ân vahyolundu.” (En’âm; 19)

“O Kur’ân, bütün âlemlere bir öğüttür. Sizden, doğruluk
isteyenler için.”  (Tekvîr;
27-28)                                                                                                                                                                                       
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                            

20.2.4.
Peygamberliğin Son Bulması
 

Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberliğiyle ilgili
önemli bir noktaya daha temas ediyor. O da, Hz. Muhammed (a.s.) ile,
peygamberlik geleneğinin ve peygamberlik zincirinin son bulmasıdır. Kur’ân-ı
Kerîm kesin bir dille, Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra başka bir peygamberin
gelmeyeceğini beyan ediyor:

“Muhammed, adamlarımızdan hiçbirinin babası değildir. Fakat o,
Allah’ın Rasûlü ve peygamberlerinin sonuncusudur. Allah her şeyi bilen­dir.”
 (Ahzab; 40)          
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                           

Bu, gerçekte Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberliğimi!
evrenselliği, ebediliği ve dini tamamlayışının tabii bir neticesidir. Çünkü,
Kur’ân-ı Kerîm’in yukarıdaki ifadelerine göre Hz. Muhammed (a.s.)’in
peygamber­liği bir tek millet değil, bütün insanlık içindir; bir tek devir
değil, bütün çağlar içindir ve Hz. Muhammed (a.s.)’in dünyaya peygamber olarak
geli­şiyle kendisinden sonra peygamberlerin yapmaları ve başarmaları gereken
görev ve işler de tamamlanmıştır. Bu sebeple, Hz. Peygamber (a.s.) ile birlikte
peygamberlik zincirinin de tamamlanması en doğru yoldu ve nite­kim bu yola
gidildi. Bu konuya bizzat Hazreti Peygamber (a.s.) de hadis­lerinden birinde son
derece güzel bir ifade ile değinmiştir. Rasûlullah (a.s.) diyor ki: “Benim
yerimin peygamberler arasında ne olduğu şu misal­le anlaşılacaktır. Diyelim ki,
bir şahıs çok güzel bir ev yaptı, ama bu evin bir tuğlasını eksik bıraktı. Bu
güzel evi görenlerin dikkati bu eksik tuğlaya çevrildi ve dediler ki bu son
tuğla da yerine konsaydı ev tamamlanmış olacaktı. Bu ev peygamberlik eviydi ve
buna yerleştirilen son tuğla be­nim. Boş yer doldurulmuş, ev bitmiştir ve benden
sonra artık herhangi bir nebî dünyaya gelmeyecektir.” Bu misal ile nübüvvet veya
peygamberliğin son bulmasının sebebi iyice anlaşılıyor. Madem ki din tamamlanmış
ve her bakımdan mükemmel hale gelmiş; Allah’ın ayetleri mümkün olduğu kadar en
iyi şekilde anlatılmış ve açıklanmış, helâl ile haram, iyi ile kötü, akide ve
inanç, ibadet ve dua, medeniyet ve kültür, hükümet ve siyaset, kısacası her
konuda Allah’ın emri açıklıkla insanlara ulaştırılmış, bu ilke­lere dayanılarak
nazarî ve amelî olarak bütün bir düzenin işleyeceği göste­rilmiş, Allah’ın
kelâmı ve Peygamber (a.s.)’in sünneti değiştirilmeden dünyaya iletilmiş, her
devirde ve her yerde bunlardan istifade etmek mümkün kılınmıştır, o halde, başka
bir peygamber veya başka bir pey­gamberliğe elbette ihtiyaç yoktur. Hz.
Peygamber (a.s.)’in emir ve talimatının ancak zaman zaman insanlara
hatırlatılması ve izah edilmesine gerek vardır ki, bunu da hak yolunda ulema ve
kâmil ve sâdık mü’minler lâyıkıyla yapabilirler.

20.2.5. Hz.
Peygamber’in Örnek Kişiliği

En son bilmek istediğimiz nokta, Allah’ın Kitabını getiren
peygambe­rin şahsiyeti ve ahlâkının ne olduğudur. Hz. Muhammed (a.s.) nasıl bir
in­sandı? Ahlâk ve faziletleriyle meziyetleri ne idi? Yaşantısı nasıldı ve
ken­di tutum ve davranışlarıyla başkalarını nasıl etkiledi? Kur’ân-ı Kerîm bu
sorulara uygun ve yeterli cevap veriyor, ama geçmişte olduğunun aksine

Hz. Muhammed (a.s.) hakkında medhiyeler düzmüyor, abartmaya ve
aşı­rılığa kaçmıyor. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Muhammed (a.s.)’in methi için ayrı
bölümler yer almamıştır, ama söz gelimi, arada sırada gerektiği yerlerde
kişiliği ve karakterine az ama öz işaretlerde bulunulmuştur. Bu kısa işaret­ler
bile Hz. Muhammed (a.s.)’in ne büyük bir insan olduğunu, ne güzel bir ahlâka
sahip ve ne büyük meziyetlere haiz bulunduğunu göstermeye yeti­yor. Meselâ,
Kur’ân-ı Kerîm:

1) Hz. Peygamber (a.s.)’in en güzel ahlâka sahip olduğunu
söylüyor:

“Sen, pek büyük bir ahlâk üzerindesin.” (Kalem; 4)

2) Hz. Muhammed (a.s.)’in azimli, iradesi kuvvetli, imanlı ve
her hâlükârda Allah’a inanan ve güvenen biri olduğunu belirtiyor. Kavmi O’nu
öldürmeye ve ortadan kaldırmaya karar vermiş olmasına rağmen, tek bir
arkadaşıyla birlikte bir mağaraya sığınmaya mecbur olmasına rağmen bu tehlikeli
ânda bile cesaretinin kırılmadığını ifade ediyor.

“Eğer Rasûle yardım etmezseniz, O’nu kâfirler memleketten
(Mekke) çıkardıkları zaman O’na Allah yardım etti. Mağarada oldukları zaman,
ikinin biri arkadaşına, ‘mahzun olma, Allah bizimle beraberdir’ dediği zaman,
Allah sekinesini (kuvve-i mâneviyesini) O’nun üzerine indirdi.” (Tevbe; 40)

3) Hz. Peygamber (a.s.)’in çok cömert, merhametli ve yumuşak
kalpli bir insan olduğunu da açıklıyor ve diyor ki; kendisi en amansız
düşmanla­rının bile mağfireti için Allah’a yalvarmıştı, ama Allah bu tür
insanların bağışlanamayacağını kendisine bildirmişti.

“Onlar için istiğfar etsen de etmesen de, eğer onlar lehine
yetmiş kerre istiğfar eylesen de, Allah onları mağfiret etmez.” (Tevbe; 80)

4) Rasûlullah (a.s.)’ın iyi huylu ve nâzik olduğunu, kimseye
sert, kötü davranmadığını, bu sebeple, herkesin O’nu sevdiğini belirtiyor.

“Allah tarafından bir rahmettir ki, onlara yumuşak davrandın.
Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, etrafından dağılırlardı.” (Âl-i İmrân; 150)

5) Rasûlullah (a.s.)’ın, Allah’ın kullarını doğru yola getirmeyi
canla başla istediğini, her şeyini bu uğurda feda ettiğini ve bütün çabalarına
rağmen etrafındakilerin sapıklıklarında ısrar etmelerinden büyük ızdırap ve
üzüntü duyduğunu ifade ediyor.

“Onların bu Kur’ân’a îman etmemelerine üzülerek arkalarından
adetâ kendini helâk mı edeceksin?” (Kehf; 6)

6) Hz. Peygamber (a.s.)’in kendi ümmetini ne kadar çok
sevdiğini, iyiliklerini ne kadar istediğini, onların acı ve üzüntülerini nasıl
paylaştığı­nı ve onlar için adetâ bir rahmet ve iyilik meleği olduğunu söylüyor.

“Size kendinizden bir peygamber geldi. Günâh kazanmanız O’na
ağır gelir. Sizin üzerinize çok düşkündür. Müminlere karşı cidden esirge­yici ve
merhamet sahibidir.” (Tevbe; 128)

7) Hz. Peygamber (a.s.)’in sadece kendi ülkesi veya milleti için
değil, bütün dünya için bir rahmet olarak geldiğini belirtiyor.

“Seni de (ey Rasûlüm) âncak âlemlere rahmet olmak üzere
gönder­dik.” (Enbiya; 107)

8) Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın gece saatlerce Allah’a ibadet
et­tiğini ve Allah’a dua ettiğini bildiriyor.

“Şüphesiz, Rabbin, senin ve seninle beraber olanlardan bir
zümrenin gecenin üçte ikisinden biraz eksik bir miktarını, yarısını ve üçte biri
ka­darını ayakta durduğunuzu biliyor.” (Müzzemmil; 20)

9) Hz. Peygamber (a.s.)’in doğru bir insan olduğunu, hayalında
Hak yolundan hiç ayrılmadığını, kötü nasihat ve düşüncelerden etkilenmediği­ni
ve nefsinin isteğine uyup Hakk’a karşı bir tek söz söylemediğini kayde­diyor.

“Efendiniz (Hz. Peygamber) ne dalâlete düştü ve ne de azdı. O,
he­vasından söylemez.” (Necm; 2-3)

10) Rasûlullah (a.s.)’ın kişiliği ve karakterinin bütün dünya ve
İnsanlar için güzel bir örnek olduğunu ve hayatının güzel ahlâkın bir simgesi
olduğunu açıklıyor:

“Sizin için Allah’ın Rasûlünde güzel bir numune vardır.” (Ahzâb;
21)

Kur’ân-ı
Kerîm’i okumak, tetkik etmek ve yaşamak isteyen biri, Kur’ân Sahibi (Hz.
Peygamberinin diğer pek çok vasıf ve özelliklerini öğ­renmiş olacaktır. Fakat
biz burada bu ayrıntılara girmeyeceğiz. Kur’ân’ı Kerîm’i inceleyen herkes, bugün
dünyada varolan bütün kutsal ve dini ki­tapların aksine İslam Peygamberini
(a.s.) ne kadar açık, seçik ve net bir şekilde bize tanıttığım anlayabilecektir.
Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber (a.s.)’i anlatırken ne mübalağa etmiş, ne
aşırılığa kaçmıştır. Onda ne ulûhiyet aramış, ne ona bir takım insanüstü ve
tabiat üstü güç ve yetenek­ler yakıştırmıştır. Onu ne Allah’a ortak kılmış ne de
büyük ve mümtaz bir peygamber ve din kurucusuna yakışmayan kötü alışkanlıklar,
sapıklıklar ve ahlâksızlıklar yakıştırmaya çalışmıştır. Onun için, dünyadan
Kur’ân-ı Kerîm hariç İslam literatürünün tümünün ortadan kalktığını veya imha
ol­duğunu farz etsek bile, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın şahsiyeti ve
ka­rakteri hakkında zerre kadar şüphe, tereddüt ve yanlış anlama imkânı
bu­lunmaz. Biz sadece Kur’ân-ı Kerîm vasıtasıyla Hz. Peygamber (a.s.)’in üs­tün
ve kâmil bir insan ve en güzel ahlâka sahip bir kişi olduğunu, geçmiş­teki bütün
peygamber ve sâlih kişileri tanıdığını ve tasdik ettiğini, dünya­ya yeni bir din
getirmediğini, aksine dünyanın kuruluşundan beri insanla­rın hidâyeti için
Allah’ın tâyin ettiği dini kendilerine yeniden hatırlattığını, öğrettiğini ve
fiilen yaşadığını, kendisinde fevkalâde güç ve yeteneklerin bulunduğunu iddia
etmediğini, dâveti ve davasının bütün dünyaya yönelik olduğunu, Allah’ın onu
bazı belirli görevlerle dünyaya gönderdiğini ve bu görevleri lâyıkıyla yerine
getirdikten sonra peygamberlik silsilesinin (zin­ciri) sona erdiğini kesin bir
şekilde öğrenebiliriz.



 




[1]
Vişnu,
bugünkü Hindu inançlarına göre kâinatı besleyen tanrı veya ilâh’tır. Bu,
muhte­melen Allah’ın “rezzâklık” (rızk veren) sıfatıydı, ki zamanla dünyevî
ve maddî bir varlığa dönüştü­rüldü. Zâten Hindularda şirk ve putperestlik bu
şekilde başlamıştır. Yani, Tek Allah’ın bütün sıfat­ları ayrı ayrı ilâh
şekline sokulmuştur.



[2]
Eğer
“Bhagvat Gita’nın Allah’ın kitabı olduğu ileri sürülmüş olsaydı, ve
Krişna’nın da bir peygamber olduğu belirtilmiş olsaydı, yukarıda
naklettiğimiz sözlerin Allah’ın kelâmı olduğunu söyleyebilirdik. Hem de
Krişna’nın bir tanrı olmadığı ispatlanmış olurdu. Fakat bu kitapta bütün
sözlerin Krişna’ya ait olduğu söyleniyor.



[3]
Kur’ân-ı
Kerim’de bir başka yerde bu nokta daha kesin bir şekilde ortaya konmuştur:
(Ey Habibim) Doğrusu, sen, her sevdiğini hidâyete erdiremezsin. Fakat, Allah
dilediğini hidâyet eder. Ve o, hidâyete erecekleri daha iyi bilir.” (Kasas;
56).

Sahih hadislere göre yukarıdaki ayet II/.. Muhammed
(a.s.)’in amcası Ebû Talip ile ilgili olarak kendisine indirilmişti.
Kayıtlara göre, Ebû Talip son nefesini verirken, Hz. Peygamber (a.s.)
kendisinin bir iman sahibi olarak can vermesini arzulamış ve kelime-i
şehâdet getirmesi için uğraş­mıştı, fakat Ebû Talip de Abdulmuttalip gibi
eski inanç ve geleneklerine bağlı kalarak öldü. İşte bunun üzerine, Cenâb-ı
Hak, “doğrusu, sen her sevdiğini hidâyete erdiremezsin” dedi. Bilindiği
gi­bi muhaddisler ile müfessirler, Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli ayetlerini
tasnif ederken, bunlara Hz. Pey­gamber (a.s.)’in yaşadığı olaylar ve diğer
hususlara göre başlık koyma ve açıklama yapma eğili­minde olmuşlardır. Takat
bu ayete ve çeşitli hadislere, örneğin Tirmizî ve Müsned-i Ahmed’de, Hz. Ebû
Hureyre İbn Abbas ve İbn Ömer gibi râvilerin hadislerine bakarak, bunun ille
de Ebû Talib’in vefatı sırasında nâzil olduğunu söyleyemeyiz. Bizim en çok
söyleyebileceğimiz şey, bu ayetin muhtevasının Ebû Talib’in durumuna
uyduğunu belirtmemizdir. Hz. Peygamber (a.s.)’in çok sevdi­ği ve saydığı
amcasının bile son nefesine kadar hidâyet bulamayışından ne kadar üzüldüğünü
tah­min edebiliriz. Fakat, bütün uğraşı ve çabaları amcasının doğru yola
gelmesine yetmedi. Bu olay da Allah’ın insanlara hidâyet verme konusunda son
merci oluşunun en önemli delilidir.

İlgili Makaleler